Seven ben, sevilen ben;
Bir bedene girmiş ikiziz biz;
O diye gördüğün benim bedenim;
Bana bak, onu gör, hep aynı şeyiz biz.
(Hallac-ı Mansur)
Asıl adı Sufi el-Hüseyin İbn-i Mansur olan İran doğumlu Hallac-ı Mansur Bağdat’ta yapılan bir yargılama sonucunda idam edilmiştir. Bilindiği kadarıyla mahkemede af dilememiş, öne sürdüğü “en-el hak” kavramından geri adım atmamıştır.
Hallac iyi bir tefsirciydi. Arap dilinin gizemine inanıyordu. Bu konuda derin araştırmalara girişmişti. Din ile ilgili her konuyu ele alıyor, neden diye sorguluyordu. Bu nedenle etraflıca bir araştırmaya girişti. Dönemin ilim adamlarını aradı. Sonunda kendisiyle aynı dönemde yaşayan İslam uygarlığı açısından hatırı sayılı bir üne sahip olan Sahl el-Tustari’nin yanına gitti. Sahl ışığın önemine inanıyor ve sırrın ışıkta saklı olduğunu savunuyordu. Yaratılışı anlamanın en iyi yolunun doğayı gözlemlemek olduğunu ileri sürüyordu.
Hallac ile Sahl arasında geçen bir diyalogda şu konuşmalar geçiyordu.
“Sahl: Yaratılışa bakın, doğayı inceleyin! Allah onları düşüncelerinizin sonsuz motifleriyle aydınlık bir düzen içinde yaratmıştır.
Hallac: Peki ya tüm ışığı yok eden karanlık, o nereden geliyor. İnsanlar üzerinde büyük kudret sahibi olan karanlığın kaynağı, kökeni nedir?
Sahl: Karanlık da ışığın bir parçasıdır ve yaratılışına göre farklı şekillerde ortaya çıkar. Yaratılmış olan her şey zamanla ışığın doğasından uzaklaşmıştır; kimi çok, kimi tümüyle. Işıktan en fazla uzaklaşanlar da bir zamanlar ışıktan yaratılmış olan, fakat ışığa rakip olduğu için ona karşı mücadele etmek durumunda kalan Şeytandır. Bilgisizlik ve hakimiyetsizlik bizi karanlığa sürükler. Karanlıkta etrafını göremeyen bir insan nasıl sağını-solunu, yukarısını-aşağısını bilemeden amaçsızca etrafta dolanıp durursa, aynası bulanıklaşan karanlık bir ruh da vücudunun içinde aynı şekilde amaçsızca oradan oraya gidip durur. Bu nedenle bizim görevimiz ruhun aynasını devamlı temiz tutmak, yaratıldığı özü saf tutmak ve dışarıdan aldığı ışığı bulanıklaştırmadan yansıtması için aynayı sürekli cilalamaktır.”[1]
Hallac günlerini Sahl’ın yanında geçirdikten sonra artık sırra kavuşmuştu. Diyar diyar gezdi. Vahdet-i Vücud anlayışını geliştirdi. En-el Hak kavramını ortaya attı. Bu kavramın özü şudur, “bizi yaratan kendisinden bir parçayı bizlere vermiştir, bizler aslında yaratıcının birer yansımasıyız”. Bu ifadeleri kullandığında Hallac’ın küfre düştüğünü düşünenler oldu. Onu tövbe etmeye davet etiler. Ancak bu düşüncesinin arkasındaydı, geri adım atmadı. O “en-el hak” ile bütünleşmişti.
Hallac’ın yargılamasına dönemin bilginleri de iştirak etmişti. Kendisinin yakın arkadaşı Şibli’de tanıklık etmiş ve Hallac-ı Mansur’un deli olduğunu bu yüzden affedilmesi gerekliliğini ileri sürmüştü. Ancak bu iddiası kabul görmemişti. Miladi 921 yada 922 yıllarında idam edilmişti. Öte yandan, Hallac-ı Mansur’un idamına ilişkin çeşitli argümanlar da ortaya atılmıştı. Bazı kaynaklara göre kendisi Karmeti casusuydu ve bu sebeple “en-el hak” dediği için değil casus olduğu için idam edilmişti. [2]
Nitekim Hallac-ı Mansur o zamana kadar hiç görülmemiş bir arayışın ve sorgulamanın içerisine girmişti. Sonucunda ölüm olsa bile. Onun idamının topluma ne faydası olduğu tartışılır. Ancak Sahl’ın benzetmesi gibi “aynayı temiz tutma”nın yolu düşünceleri bastırmaktan değil onları serbest bırakmaktan geçer.
Dr. Nurullah GÜNGÖR
nurullah@nurullahgungor.com.tr
KAYNAKÇA
[1] Kıvanç Kardeşler, Hallac-ı Mansur, Yason Yayınları, 2015, s. 10.
[2] Kardeşler, a.g.e., s.237.