Toplumsal sözleşmenin oluşum sürecine ilişkin yazılarımızı daha önceki makalelerimizde yayımlamıştık. Bu yazımızda da İslâm toplumsal sözleşmesinin nasıl olması gerekliliği konusunu ele alacağız.
Malumlarınız olduğu üzere İslâm lafzının anlamı barış demektir. Müslüman da barışı tesis eden kişidir. Dolayısıyla İslâm dini barışın hüküm sürdüğü bir anlayış ile varlığını etkin bir şekilde devam ettirebilir. Bu konuda Hz. Peygamber (sav) döneminde gerçekleşen savaşları sorgulayabilirsiniz. Bunun cevabı nettir. O dönemde gerçekleşen savaşlar savunma amaçlıdır. Dolayısıyla İslâm dini savunma dışında bir savaş öngörmemiş ve bu durumun karşısında durmuştur. Müslüman topluluklar yaşadığı yerlerde o bölgeyi yurt kabul etmişlerse o yer Dâru’l-İslâm’dır. Nitekim Dâru’l-İslâm’da Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde bahsettiği güvenlik istencinden daha da önemli bir kural vardır, o da barıştır. Barışın sağlanmadığı topluluklarda Dâru’l-İslâm’dan söz etmek mümkün değildir.
Bir arada yaşama kültürünün benimsenmesi İslâm’ın doğuşundan itibaren her daim gündemdeki yerini korumuş, o günkü Arap toplumuna bu durum anlatılmaya çalışılmıştır. Hz. Peygamber (sav) yaşadığı süreçte kabilecilik anlayışının önüne geçmek adına yoğun mücadeleler vermiştir. Özellikle Medine Vesikası bu durumun en güzel örneğidir. Hz. Peygamber’in (sav) önderliğinde 622 yılında Medine’de yürürlüğe giren bu sözleşme neticesinde Müslüman, Yahudi, Hristiyan ve Müşrikler birbirlerinin hak ve hukukuna gereken özeni ve saygıyı göstermeleri konusunda antlaşma sağlamışlardır. Dolayısıyla bu işbirliği dünya tarihindeki ilk toplumsal sözleşme örneğidir. Netice itibarıyla İslâm din, dil, mezhep, etnik herhangi bir ayrım gözetmeden tüm tarafların birlikte yaşayacağı ortamı inşa etmek üzere doktirinini geliştirmiştir. Hz. Peygamber’in şu hadis-i şerifi de bu konuda bize gerekli mesajları vermektedir. “İnsanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir. Hiç kimsenin bir başkası üzerinde üstünlüğü yoktur.” (Keşfu’l-Hafa, 2846).
İslâm dininde devlet başkanı halkın huzur ve refahını sağlamakla görevlidir. Muktedirin asli görevi toplumsal dengeyi insanlar arasında ayrım gözetmeden, tüm halkı tek bir bütün görerek yönetmek ve ihtiyaçları karşılamaktır. Hz. Ömer’in yaşam sürecinde gerçekleştirdiği iyi yönetim ilkeleri oldukça yol göstericidir. Bu uygulamalardan bazılarını günümüz terminolojisiyle ifadelendirecek olursak şunlardır. Dönemin koşullarına göre hazine yapısı kurulmuştur, yargıçların atanmasında tarafsızlık hakim kılınmış ve akraba atamasına karşı durulmuştur. Kabile kültürü yüksek olan Arap toplumunda nepotizmin engellenmesi için çalışmalar yürütülmüştür. İdare ve yargı erki birbirinden ayrılmıştır. Kurumsallaşma sağlanmıştır. Memurlara mal varlığı bildirimi getirilmiş ve memurluktan ayrılanların mal varlığında bir artışın olup olmadığı hususu denetlenmiştir. İdari göreve atananların yapacağı işlerin sınırlılıkları belirtilmiştir. Zengin ve fakir arasındaki ayrımın ortadan kaldırılmasına gayret gösterilmiştir. Hz. Ömer’in yönetim anlayışını anlamak için şu ifadelere dikkat kesilmek gerek. Hz. Ömer buğday ekmeğini çok sevdiği halde arpa ekmeğini tercih edermiş. Neden buğday ekmeği yemiyorsun diye sorduklarında, “halkımın bir tanesi bile buğday ekmeği yiyemiyorsa ben arpa ekmeği yemeye devam edeceğim” demiştir.
İslâm toplumsal sözleşmesinde bir diğer önemli noktada düşünce ve ifade hürriyetidir. İslâm düşünce hürriyetine büyük önem vermiştir. Hz. Peygamber’in (sav) vefatı sonrası halife seçimini bir çokları kargaşa ve kaos hali olarak yorumlamıştır. Aslında bu durumun böyle görünmesinin tek bir nedeni vardır, o da düşünceye verilen önemdir. Nitekim Hz. Peygamber (sav) yaşadığı süreçte bir halife tayin etmemiştir. Bu şekilde yaparak halkının düşünce ve ifade hürriyeti serbestliğine dair bir örneklik oluşturmuş, bundan sonraki toplumların da aynı niteliği benimsemesini istemiştir. Dolayısıyla ilk halife Hz. Ebu Bekir, kabilelerin toplandığı bir ortamda açık oturum ile seçilmiştir.
İslâm toplumsal sözleşmesinde bir diğer önemli nokta da mülkiyet konusudur. Tevbe suresi 34 ayeti kerimesinde Allah kullarına “altın ve gümüşü biriktirmeyiniz” buyurmaktadır. Buradan anlamamız gereken husus, kişisel servetin diğer insanların fakirleşmesine yol açacak kadar fazla olmaması gerekliliğidir. Diğer bir ifadeyle İslâm sebepsiz zenginleşmeye karşıdır. Bunun yanı sıra kaynakların eşit oranda kullanılmasını ister. Ebu Zer, Muaviye’nin Şam Valisi olduğu dönemde kendisini ziyarette gitmiş ve gördüğü manzara karşısında derin bir üzüntü yaşamıştır. Muaviye şatafatlı sarayında lüks bir yaşam sürmekteydi ancak halk yoksuldu. Hz. Peygamber’in (sav) yaşadığı süreçte en yakınındaki kişilerden biri olan Ebu Zer’in bu durumu kabul etmesi mümkün değildi ve gördüklerini Hz. Osman’a kadar ulaştırmıştı.
Sonuç itibarıyla İslâm toplumsal sözleşmesi barış şemsiyesi altında; insan hak ve hürriyetleri, düşünce ve ifade özgürlüğü, ötekileştirmeye karşı duruşu, adil ve tarafsız bir yönetim anlayışı ile gelir dağılımının eşit paylaşımı hususlarını temel alarak yükselmelidir.
Dr. Nurullah GÜNGÖR
Saygı değer hocam her sözünüzün altına imzamı atarım, bir kitabınız var mıydı? Çok okumak isterim.