İktidarın Anatomisi

Kabile türü yaşamdan devlet menşeli yönetim anlayışına geçildiği süreçten itibaren iktidar kavramı her daim sıcak gündemin önemli bir parçası haline gelmiştir. Kavramın bu önemi iktidarın meşruiyeti, gücü ve sorumluluk alanı çerçevesinde hem siyaset biliminin hem de felsefenin kapsamlı çalışma alanları arasında yer almasını sağlamıştır. Nitekim Antik Yunan döneminden başlayarak günümüze kadar birçok düşünür, çeşitli görüşler sunarak iktidarı etkilemiş ve toplumların dolaylı olarak yönetilmesine katkı sağlamıştır. Bu düşünceden hareketle, makalede medeniyetlerin düşün dünyasını etkileyen, insanlığın bir arada nasıl yaşaması gerektiğine dair önerilerde bulunup tavsiyeler veren Platon’dan Foucault’ya kadar iktidarın anatomisini incelemiş olan önemli düşünürlerin görüşlerini inceleyeceğiz. Bu ilk bölümde Platon ve Jean-Jacques Rousseau’ya kadar olan süreci ele alacağız. İkinci makalede ise Max Weber, Gramsci ve Michel Foucault’nun görüşlerini aktaracağız.

Platon

Bildiğiniz üzere Platon, Sokrates’in öğrencisidir. Bizler onu en çok “Devlet” adlı kitabıyla tanımaktayız. Kitapta İdeal bir devlette olması gereken hususları ve iktidarın doğası üzerine görüşlerini beyan eder. O yöneticinin “Filozof” olması gerektiğini ileri sürmüştür. Bu savının arkasındaki en büyük etken, bu yöneticilerin adalet, bilgelik ve erdemle hareket ederek toplumun çıkarlarını en iyi şekilde gözeteceklerini düşünmesidir. Ona göre İdeal bir devlet yönetim anlayışında huzur ve refah ancak filozof krallarca hayat bulabilir. Toplumun mutluluğu yöneticilerin güçlü bir eğitime ve erdeme sahip olmaları ve bunları içselleştirmeleri ile mümkündür. Platon, iktidarın merkezinde idealar dünyasına ait değerlerinin olduğunu ve bu değerlere göre filozof yöneticilerin, toplumun en iyi şekilde işlemesini sağlayabileceğini savunur.

Aristoteles

Platon’un öğrencisi olmasına rağmen birçok konuda farklı görüşleri vardır. İktidar anlayışı da bu farklılıklardan biridir. Ona göre, iyi bir yönetim için insanların ortak çıkarlarının gözetilmesi gerekliliği olmazsa olmaz bir şarttır. Öte yandan Aristoteles, tiranlık veya oligarşi gibi yönetim şekillerinin halktan ziyade yöneticinin çıkarlarına hizmet eden bir anlayış olduğunu iddia etmektedir.

Thomas Hobbes

İngiliz düşünür Thomas Hobbes, iktidarın doğal hali olan “herkesin herkesle savaşı” veya “sürekli savaş” halinden uzaklaşmak için merkeziyetçi bir otoriteye iktidarın devredilmesini lüzumlu görmüştür. Devredilen bu otorite, toplumun barış ve salahiyetini sağlayarak toplumun mevcudiyetini devam ettirmeyi garanti eder.  Hobbes bu düsturunu ünlü eseri “Leviathan”da detaylı bir şekilde izah etmiştir. Ona göre iktidarın doğal halinde “herkes herkesle savaşacaktır” bu da mülkiyet, özgürlük ve yaşam dengesini bozacak ve bir anarşi düzenin ortaya çıkmasına neden olacaktır.

Bu düzensizlik durumda insanlar, sürekli tehlike ve korku içinde yaşarlar. Hobbes’a göre, bu kaotik ve tehlikeli durumdan kurtulmanın tek yolu, insanların belli bir otoriteye, yani merkezi ve mutlak bir iktidara, güçlerini ve özgürlüklerini devretmeleridir. Hobbes, bu mutlak iktidarın ideal olarak egemen bir hükümdar veya egemenlik sahibi bir meclis tarafından temsil edilmesi gerektiğini öne sürmektedir. Bu mutlak iktidarın görevi, toplumun güvenliğini sağlamak, düzeni korumak ve insanların asgari düzeyde yaşamlarını sürdürebilecekleri bir ortam yaratmaktır.

Öte yandan Hobbes’un iktidar anlayışında, egemen gücün/otoritenin yetki alanı neredeyse sınırsızdır ve bu güç, toplumun üyelerinin güvenliğini ve refahını sağlamak için kullanılmalıdır. Aksi halde ikircikli bir sistem olacak ve yine kaos baş gösterecektir. Hiç şüphesiz ki, Hobbes’un iktidar düşüncesi, merkezi ve mutlak bir otoriteye bağlılık göstermektedir. Bu otorite toplumun asgari güvenliği, düzeni ve refahı için kullanılmalıdır.

John Locke

Locke, Aydınlanma döneminde kıvılcımının çoğalmasını sağlayan önemli temsilcilerden biridir . Locke’un iktidar anlayışı, “Yönetim Üzerine İkinci İnceleme” adlı eserinde etraflıca değerlendirilmiştir. Hobbes’un düşüncelerine benzer olarak, Locke da, iktidarın meşruiyetinde hükümetlerin hükmettikleri insanların doğal haklarını korumakla mükellef olduklarının altını çizer.

Locke, iktidarın meşruiyetini basit ancak etkili bir kavramsal bakış açısıyla incelemiştir. Bu konuda öne çıkardığı kavramlar insanların doğal hakları ve toplumsal sözleşmedir. Locke’un ileri sürdüğü anlayışa göre, insanlar doğuştan yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarına sahiptir. Bu hakların temini, korunması, istikrarlı bir biçimde güvence altına alınması, iktidarın temel amacıdır. O, iktidarın meşruiyetinin hükümetin bu doğal hakları koruma kabiliyeti ile paralel olduğunu savunur. Bu kapsamda, iktidarın temel görevleri arasında adaleti toplumun her kesimine yaymak, huzur ve refahı korumak ve mülkiyet haklarını güvence altına almak yer almaktadır. Toplumu oluşturan fertler bireysel özgürlüklerini ve haklarını korumak adına toplumsal sözleşme yaparak bir yönetim kademesi (hükümet) oluştururlar. Bu hükümet, insanların rızası ile hareket etmeli ve onların doğal haklarını korumalıdır. İktidarın yetkilerini kullanırken bu unsurları göz ardı etmemelidir.

Locke, güçler ayrılığı ilkesine de bağlıdır. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrılması ve birbirlerini denetlemesi, iktidarın keyfi uygulamalarını engelleyerek, insanların doğal haklarının korunmasına hususunda nitelikli katkı sağlar.

Jean-Jacques Rousseau

Hobbes ve Locke gibi Jean-Jacques Rousseau da toplumsal sözleşmenin hem de aydınlanma döneminin önemli temsilcilerindendir. Hepimizce bilinen eseri “Toplum Sözleşmesi”dir. Rousseau’nun iktidar düşüncesi, doğal durum, toplumsal sözleşme ve genel irade kavramları temelinde şekillenir.

Rousseau, iktidarın meşruiyet kavramını toplumsal sözleşme olarak görmektedir. Bu sözleşmenin mutlak anlamda halkın genel iradesini temsil etmesi gerektiğini savunmuştur. Onun anlayışında, yöneticiler toplumun ortak çıkarlarını gözeterek hareket etmeli ve böylece adalet ve özgürlük içinde yaşayan bir toplumun inşa edilmesine katkıda bulunmalıdır.

Doğal durum: Rousseau, insanların doğal durumda salt özgür ve mutlak eşit olduğunu savunur. Doğal durumda insanlar, doğrudan doğal haklarını kullanarak yaşamlarını sürdürürler. Buna mukabil, toplumların bir arada yaşama serüveni ve mülkiyetlerin ortaya çıkmasıyla bir takım eşitsizlikler de beraberinde gelecektir. Bu durum da halkın güvenlik ihtiyacı ortaya çıkacak dolayısıyla iktidar istenci oluşacaktır.

Toplumsal sözleşme: İnsanların doğal durumdan gelen özgürlüklerini muhafaza etmek ve ortak amaçlarını gözetmek adına toplumsal sözleşme yaparak bir araya geldiklerini ve böylece siyasi iktidarın vuku bulduğunu ileri sürer. Bu sözleşme vasıtasıyla, insanlar haklarının bir kısmını devlet aygıtlarına devreder. Devlet de bu hakları koruma ve adalet sağlama sorumluluğunu kabul eder.

Genel irade: Rousseau, iktidarın meşruiyetinin, halkın genel iradesini temsil etmesi gerektiğini belirtir. Genel irade, toplumun tüm bireylerinin ortak çıkarlarının birleşimi olarak görülür. Yöneticiler, toplumun ortak çıkarlarını gözeterek hareket etmeli ve böylece adalet ve özgürlük içinde yaşayan bir toplumun oluşmasına katkı sağlamalıdır.

Katılımcı demokrasi: Rousseau’nun iktidar anlayışında, halkın siyasi süreçlere aktif olarak katılması ve yöneticilerin halkın rızasına dayalı olarak hareket etmesi önemlidir. Bu nedenle, Rousseau, katılımcı demokrasinin önemini vurgular ve iktidarın, halkın iradesini yansıtması gerektiğini savunur.

Mamafih, Jean-Jacques Rousseau’nun iktidar anlayışı, doğal durum, toplumsal sözleşme ve genel irade kavramlarına dayanır. Rousseau, iktidarın meşruiyetini halkın genel iradesine ve toplumsal sözleşmeye bağlar. Ayrıca, iktidarın adalet ve özgürlük sağlamak için halkın ortak çıkarlarını gözetmesi gerektiğini vurgular ve katılımcı demokrasinin önemine işaret eder.

Devamı gelecek…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir