İnsanlığın sosyal ve beşeri bir varlık olarak yaşadığı geçmişten günümüze adalet kavramı çeşitli şekillerde kendisini göstermiş, tartışmalara konu olmuştur. Kimi zaman mutlak bir adalet anlayışının ne olacağı, hangi durumlarda ne şekilde zuhur edeceği gibi hipotezler ortaya atılsa da otoritenin sağladığı adaletin toplumda bulacağı karşılık her daim gündemdeki yerini korumuştur. Aristotalestes’ten İbn Haldun’a birçok düşün adamı adaleti tanımlarken öncelikle içerisinde yaşadığı sosyolojik gerçekliği kabullenmiş, geçmiş ile şimdi arasında bir bağ kurmuş ve bu duruma ilişkin argümanlar ileri sürmüştür.
Batıdaki sosyolojik değişimin öncülerinden kabul edilen ve toplumsal sözleşme teorisinin kurucularından olan Hobbes, Locke, Rousseau adaletin otorite tarafından kullanımını enine boyuna tartışmışlardır. Her ne kadar bakış açıları birbirinden farklı olsa da adalet kavramının toplumun tüm kesimleri tarafından içselleştirilmesi noktasında otoriteye düşen görevi ifadelendirmişlerdir. Nitekim otorite üzerine önemli çalışmaları olan Bochenski ilgili kavramı şu şekilde tanımlar, “otorite bir münasebettir.”[1] “Otorite bir taşıyıcı, bir süje ve bir alan arasındaki üçlü bir münasebettir.”[2] O zaman otorite için ciddi anlamda bir ilişkiler ağı söz konusudur. İlişkiler ağının olduğu yerde de hiç şüphesiz toplumsal mutabakatlar var olacaktır. Bu toplumsal mutabakatların sınırlılıkları sonraki tepkinin deterministik bir öngörüsü olarak sosyo-kültürel bir izlenim yaratacaktır.
Otorite ve adalet ilişkisi arasındaki bağın bu kadar hassas olmasını Gannuşi şu şekilde ifadelendirir.
O’na göre adâlet, “iki aşırı kutup arasındaki dengedir. Bu kutuplardan biri, hak sahibine hak ettiğinden fazlasını vermek yani ifrat, diğer kutup ise hak sahibine zulmetmek yani tefrittir ve her ikisi de adâletsizlik olarak adlandırılır. Yasalar adâlete eşlik eden faydayı sağlamak için vardır.”[3]
Öte yandan adalet mefhumundan bahsedebilmek için öncelikle şunu çok iyi anlamamız gerekir. Kişi önce kendisine karşı adil olmalıdır. Kendisini bilen, kendisine hak ettiği değeri veren, başkasına da aynı ölçüde davranma eğilimi gösterir. Nitekim adalet, tek taraflı bir kavram değildir. Günümüzde Harvard Üniversitesinin girişinde asılı olan Nisa Suresi’nin 135. Ayeti kerimesi bize bu konuda önemli mesajlar vermektedir. “Ey iman edenler! Kendinizin veya anne babanızın ve akrabanızın aleyhine de olsa adaletten asla ayrılmayan, Allah için şahitlik eden kimseler olun. (İnsanlar) zengin olsunlar, yoksul olsunlar Allah onlara sizden daha yakındır. Öyleyse siz hislerinize uyup adaletten ayrılmayın. Eğer adaletten sapar veya üzerinize düşeni yapmaktan geri durursanız bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.” Bu ayeti kerime aynı zamanda üst düzey bir empatiden de bahsetmektedir. Dolayısıyla tarihsel perspektiften baktığımızda empati duygusunun gelişmiş olduğu medeniyetlerde adaletin yaygın bir biçimde toplumun tüm kesimlerini tatmin ettiğini görebiliyoruz.
Sa’di Şirazî’nin şu an Newyork’ta Birleşmiş Milletler (BM) binasının duvarında yazılı olan ve insanlık alemini tarif eden şu güzel sözleri bu dediklerimizin birer aynasıdır. O diyor ki “İnsanlar birbirlerinin organları gibidir, yaratılışları aynı özdendir, bu organların biri hastalanırsa diğer organların da huzuru kaçar ve onlarda hastalanır.
Adalet felsefesi açısından baktığımızda, bir yasanın geçerliliğini koruması toplumda mutlak adaleti sağladığı müddetçe mümkündür. Mutlak adalet ise, koşulsuz şartsız bir eşitlik düşüncesini muhteviyatında barındırmasıyla gerçekleşir. Son dönemlerde Arap devletlerinde gördüğümüz başı boşlukların ve hukuksuzlukların yegane sebebi de budur. Ne zamanki onlar yasasızlıktan ve keyfilikten geri adım atarlar, hukuku temel değerler içerisine alırlar, böylece hukuk devletine bir dönüş gerçekleşir. Bu durum daha müreffeh bir devletin halk ile bütünleşmesine katkı sağlar. Hukuk ve onun hedeflediği adalet bu kadar önemlidir.
Bir yargıç yargılama yaparken yasaya tam bir aidiyet gösterecektir, bundan hiç kuşkusuz şüphe yoktur, ancak aynı yargıç neyin adil olduğunu da sorgulamalıdır. Medeniyete ancak böyle ulaşılır. Toplumda karşılığı olmayan yasa geçerliliğini yitirmiştir, bunu kavramak hukukun tüm paydaşlarının asli görevidir. Hukuksuzluk devletlerin fabrika ayarlarıyla oynarken, hukuka uygun adımlar onu muasır medeniyet seviyesine ulaştırır.
İslâmi düşün adamlarından Ebu Bekir er-Razi Felsefe risaleleri kitabının on dokuzuncu bölümünde ele aldığı erdemli yaşayış üzerine adlı değerlendirmesinde şu nasihatleri sıralar. “Erdemli hayat, bütün insanlara adil davranmayı, sonra da onlara karşı erdemli olmayı, herkesin iffeti, merhameti, nasihati şiar haline getirmeleri ve herkesin yararı için çalışmayı öngörmektedir. Ancak zulme ve haksızlığa başlayanlar, siyasi gidişatı bozmaya çalışanlar ile siyasetin tehlikeli gördüğü anarşi ve bozgunculuk gibi durumları mubah sayanlar bunun dışındadır”[4] demektedir.
Razi’ye göre adaletin erdemden bağımsız düşünülmesi mümkün değildir. Ona göre insana önce erdem sonra adalet duygusu verilmelidir. Bu durum Locke’un “tabula rasa” kavramıyla doğrudan ilgilidir. Çünkü Locke “ne verirseniz onu alırsınız” düşüncesi üzerine felsefesini geliştirmiştir. O yüzden adaletin varlığı ancak güçlü bir ahlaki yapı ile kudretini hissettirebilecektir. Nitekim özgürlüğünün bir parçasını devlete devrederek onu kutsal kabul eden halkın istediği de tam manasıyla budur….
Karşılıklı güven ve tevazunun oluşturduğu erdemin üzerinde yükselen mutlak bir adalet anlayışı.
Dr. Nurullah GÜNGÖR
nurullah@nurullahgungor.com.tr
KAYNAKÇA
[1] J.M. Bochenski, Otorite Nedir, trc. Hilal Görgün, 1. Baskı, (Küre Yayınları, Eylül 2015) 17.
[2] Bochenski, Otorite Nedir, 19.
[3] Raşid Gannuşi, Laiklik ve Sivil Toplum. Trc. Gülşen Topçu. İstanbul: Mana Yayınları, 2015, 60.
[4] Ebû Bekir er-Râzi, Felsefe Risâleleri, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, trc: Mahmut Kaya, İstanbul, 2016 s.186.
Hocam acaba size nasıl ulaşabilirim.
İletişim bölümünden veya makalenin altında yer alan mail adresinden ulaşabilirsiniz.
Yazı çok doyurucuydu, emeğinize sağlık. Biraz da adalet felsefesine ilişkin değerlendirme yaparsanız sevinirim.
Vakit buldukça yazmaya gayret gösteriyorum. Adalet felsefesinden de yakında bahsedeceğim. İyi günler.
Adaletin gerçek manada yerelleşmesi için onun bir kültür haline gelmesi gerekliliğine inanlardanım. Hoş sizin bu konudaki söylemlerinizde buna yakın. Kolaylıklar dilerim.
Evet, toplumun adaleti içselleştirebilmesi için öncelikle onu bir yaşam biçimi olarak algılaması gerekiyor. Esen kalın.