Kötülük dendiğinde aklımıza ne gelir? Genellikle şeytani bir deha, kana susamış bir canavar, insanüstü bir nefretin ete kemiğe bürünmüş hali… Yıllarca filmlerde, kitaplarda bize sunulan portre budur. Kötülüğü, kendi “normal” ve “sıradan” dünyamızdan ayırmak isteriz. Onu bir anomali, bir sapma olarak görmek içimizi rahatlatır. Çünkü eğer kötülük canavarca bir şeyse, bizler gibi sıradan insanlar ondan fersah fersah uzağız demektir. Hannah Arendt’in Kudüs’te, Adolf Eichmann’ın camdan kafesinin karşısına oturup yazdığı “Kötülüğün Sıradanlığı”adlı kitap, bu rahatlatıcı avuntuyu elimizden alıyor. İnsanoğluna tarihin en korkunç gerçeğini fısıldıyor, kötülüğün en tehlikeli hali canavarca görünmüyor, son derece sıradan olabiliyor.
Kitabı okurken karşılaştığım Eichmann, tıpki Arrendt’in düşündüğü gibi beklediğim o canavar değildi. Nefret dolu bir ideolog, parlak bir zekaya sahip sadist bir beyin takımı üyesi hiç değildi. Aksine o, kariyer basamaklarını tırmanmaya çalışan, amirlerinin gözüne girmeye uğraşan, terfi alamadığında hayal kırıklığına uğrayan sığ bir bürokrattı. Konuşması, klişelerle ve resmi yazışma dilinin ruhsuz kalıplarıyla doluydu. Arendt’in teşhisi tam da bu noktada devreye giriyor: Eichmann’ı dönemin baş suçlularından biri haline getiren şey aptallığından ziyade fikirsizliğiydi. Yani eylemlerinin anlamı üzerine düşünme, kendini bir başkasının yerine koyma ve ahlaki bir yargıya varma yetisinden tamamen yoksun olmasıydı. Milyonlarca insanı ölüme gönderen trenlerin seferlerini hazırlarken, muhtemelen bir şirketin sevkiyat planını hazırlayan bir lojistik müdüründen farksız hissediyordu. Mesele, insanları yok etmekten de öte bir hal almıştı, bir görevi “verimli” bir şekilde yerine getirmek…
Peki ya vicdan? Bir insan, böylesi bir vahşetin organizatörü olup geceleri nasıl rahat uyuyabilir? Arendt’in bize gösterdiği en sarsıcı şeylerden biri, Eichmann’ın vicdanının aslında hiç susmadığı, sadece tamamen tersine işlemeye başladığıdır. Wannsee Toplantısı’nda, Nazi rejiminin en “saygıdeğer” bürokratlarının ve hukukçularının imha planını ne kadar büyük bir hevesle karşıladığını gördüğünde, ahlaki bir aydınlanma yaşar. Ama bu, aydınlığa değil, karanlığa doğru bir aydınlanmadır. O anı şöyle anlatır: “Tam o anda, kendimi Pontius Pilatus gibi hissettim, suçluluk duygusundan kurtulmuştum.”. Artık kişisel sorumluluğu bitmişti; O, sadece devletin, yani en üst otoritenin yasalarına uyan bir vatandaştı. Hatta ahlak felsefesinin zirvesi sayılan Kant’ın “evrensel ahlakını” bile kendi eylemlerini meşrulaştırmak için kullanır ve Führer’in iradesini evrensel bir yasa ilkesi olarak benimser. Ahlak, onun zihninde otoriteye sorgusuz sualsiz itaate dönüşmüştür.
Arendt’in ifade ettiği gibi Eichmann’ın problemi “aptallık” değil, “fikirsizlik”ti. Yaptıklarının anlamını ve sonuçlarını hiç sorgulamaması, onu insanlık tarihinin en karanlık figürlerinden biri haline getirdi. Eichmann sıradan, hatta fazlasıyla tanıdıktı. Yaptığı kötülüğün bu kadar sıradan ve “normal” görünmesi, kötülüğün aslında hepimizin içinde bir yerlerde gizli kalabileceğini gösteriyordu.
Bu durum, kötülüğün yeşermesi için canavarlara gerek olmadığını, sadece düşünmeyen insanlara ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Nazi rejimi, cinayeti sıradan bir bürokratik işleme dönüştürmek için “dil kuralları” icat etmişti. “Öldürme” yerine “nihai çözüm” veya “özel muamele” deniyordu. Bu dil, eylemin ahlaki ağırlığını ortadan kaldırıyor, faillerin yaptıklarını “eski”, “normal” bilgileriyle aynı kefeye koymalarını” engelliyordu. Bu sistemde, cinayet işlememek, merhamet göstermek bir anormallik olarak görülüyordu.
Tarihin en acı paradokslarından biri, belki de bugün gözlerimizin önünde yaşanıyor. Arendt’in analiz ettiği o sistematik kötülüğün kurbanı olan bir halkın kurduğu devletin, bugün Gazze’de benzer bir zalimlik mekanizmasını işletiyor olması, “kötülüğün sıradanlığı” kavramını yeniden ve daha kapsamlı bir şekilde düşünmemizi gerektiriyor. Bombaları binlerce metre yukarıdan bırakan pilot, hedefi ekrandaki bir koordinat olarak gören asker, enkaz altından çıkarılan cansız çocuk bedenlerini “istenmeyen zayiat” olarak raporlayan bürokrat; hepsi Eichmann’ın birer modern yansıması değil midir? Onlar da “canavar” olmak zorunda değiller. Onlar da muhtemelen evlerine gittiklerinde sevdiklerine sarılan, aileleriyle gurur duyan, görevlerini en iyi şekilde yapmaya çalışan sıradan insanlardır. Parçalanmış hayatlar, söndürülmüş hayaller, annelerin feryatları onların dünyasında sadece birer istatistik, askeri bir hedefe ulaşmak için gerekli bir adımdır. Arendt’in uyarısı tam da burada yankılanıyor: Kötülük, bir kez sistematikleştiğinde, teknoloji ve bürokrasi vasıtasıyla failler ve kurbanlar arasına mesafe koyulduğunda, kimin zalim kimin mazlum olduğuna dair rolleri trajik bir şekilde tersine çevrilebilir. Düşüncesizlik, en büyük zulümlerin yakıtı haline gelir. İşin ilgince bu trajediyi daha da dayanılmaz kılan, “bir daha asla” diyerek insan hakları anıtları diken devletlerin bu organize vahşete seyirci kalması, hatta silah ve veto gücüyle destek olmasıdır. Bu sessizlik, bu ikiyüzlülük de sıradan bir kötülük değil midir? Bir halkın acısı üzerinden inşa edilen o büyük ahlaki iddiaların, başka bir halkın acısı karşısında nasıl buharlaştığını anlamakta zorlanıyoruz.
Eichmann karakterini okuduktan sonra anladığım şey budur, tarihin en büyük felaketleri için şeytani ruhlara, kana susamış canavarlara gerek yok. Sadece kendi küçük kariyerini düşünen, emirleri sorgulamayan, eylemlerinin sonuçları üzerine düşünme zahmetine girmeyen ve en önemlisi, insan olmanın temel gereği olan ahlaki yargı yetisini bir otoriteye devreden milyonlarca “sıradan” insan yeterlidir. Kötülüğün sıradanlığı, hepimizin içindeki o “fikirsizlik” potansiyelinin, doğru koşullar altında ne kadar korkunç bir yıkıma yol açabileceğinin hikayesidir. Bu durum, canavar masallarından çok daha korkutucudur, çünkü bu hikâyelerin kahramanı sıradan insanlardır.
Arendt’in dediği gibi, kötülük düşünmekten vazgeçtiğimiz anda başlar ve sorgulamayı bıraktığımız yerde kök salar. Bu gerçeği bilmek, belki de kötülüğün sıradanlığıyla mücadele etmenin ilk adımıdır.
Artık biliyoruz ki kötülük, tam da bizim gibidir; sıradan, basit ve rahatsız edici seviyede tanıdık.
“Gerçeklikten bu kadar uzak ve bu kadar fikirsiz olmak, bütün şeytani güçlerin vereceği zarardan daha büyük bir yıkıma yol açabilir”
“Bu adamın “canavar” olmadığı ortadaydı, ama soytarı olmadığından kuşkulanmamak elde değildi.” Hannah Arendt.