“Herkes haklı olduğunda her şey yitirilmiştir, her şey mubah ve mümkün olur, bu en trajik andır, bizim anımız budur.” (1)

Peki herkesin haklı olduğu ortamı yaratan nedir? Mutlak bir suçlu bulmak zorunda mıyız? Ya da mutlak bir masum? Ne yazık ki, dayatmalarla dolu bir dünyada salt öfkeyi besleyen iyi niyetli insanlar topluluğunun önlenemez yükselişi bu sorulara cevap vermemizi engelliyor.

Yine de bilgi kırıntılarıyla yola devam edebiliriz. Dünya’nın bir kısmı suyla, bir kısmı toprakla, bir kısmı da  mutsuz insanlarla dolu. Su ve toprağın doğallı kadar, mutsuzluğun da o kadar doğal hale geldiği bir çağda yaşıyoruz. Anne babalar mutsuz, çocuklar mutsuz, sevgililer mutsuz. Birileri senin ve benim mutsuz olmamı istiyor. Çünkü mutsuz insan kendisinden uzaklaşır, kendisinden uzaklaşan insan başkası olur, başkası olan insan ne istediğini bilemez ve bir kaosun içerisinde sonsuz bir savruluşa teslim olur. Böylece yönetilebilir yarı robot yarı insansı bir hal alır. Artık doğuştan gelen nitelikleri kaybolmuştur, kim olduğunu kavrayamaz, arayışı ve öfkesi ona müsade edildiği kadardır, başlangıç ve son önceden çizilmiştir. Sınıfı ve yeri bellidir, ötesine geçmesine müsaade edilmez. Herkes ait olduğu çitler arasında yaşamak zorundadır. 

İnsanlar çok sıkı-fıkı gibi görünen ilişkiler ağında yaşarlar, oysa ki birbirlerinden çok ama çok uzaktırlar. Kimse kimsenin ruhuna dokunacak kadar yakınlaşamaz. Bilinçaltı bilir ki, insan saydamdır. Yeteri kadar birisine yakından bakarsan önünü-arkasını görürsün ve kimse kendisini göstermek istemez.  Tokalaşmak da böyledir, elini sıkıca kavradığın insanın aynı anda gözlerine bakar ve sana karşı düşüncelerini anlarsın. 

Nitekim mutsuz insanların birbirinden uzak kalması da temel bir hedeftir, yakınlık mutsuzluğun yokluğunu doğurur. Bu yokluk bir nevi merkeze dönüşe, çeperi kavrayışa neden olur. Düşünen, anlayan, hisseden, empati yapabilen, nazik insan doğasını ön plana çıkarır. Ancak bu istenmez, çünkü bu nitelikler insanı yönetilebilir olmaktan çıkarır. 

Aşk insanların özüne en yakın deneyimdir. Aşık olan insan çevresine gülücükler saçar ve bu birileri için oldukça tehlikelidir. Kontrolü kaybettiklerini düşünürler. Bilirler ki, insan zihni için en kuvvetli besin gülücüktür ve her gülüş daha güçlü bir birey yaratır. Oysa ki üzgün insanı yönetmek kolaydır, kaosun içinde verilen komutları kolaylıkla dinleyebilir, talimatları yerine getirebilir. Yarı insansı yarı robot yaratmak için aşkın mutlak yokluğunu ve öfkenin salt varlığını enjekte etmek gerekir. 

Bu anlayış evlilikleri de birer meta, mülkiyet temelli bakış açısı haline getirmedi mi? Fromm’un ifadesiyle “evlilik sözleşmesiyle eşler birbirlerinin bedenleri, duyguları ve ilgi alanları üzerinde hak sahibi oldular. Artık kazanılması gereken kimse kalmadı. Çünkü sevgi sahip olunabilecek bir nesne, bir mülkiyet haline geldi.” (2)

Nitekim aşkın yokluğu ve mutsuzluğun perçinleşmesiyle beraber sayılardan ibaret hale geldik ve “şimdiden yaşayamayacak kadar kalabalığız, böcek gibi değil ama insan gibi yaşayamayacak kadar kalabalığız, toprağı tüketip çölleri büyütüyoruz, ırmaklarımız birer batak, okyanuslar can çekişiyor.”(3) Kapital sistem bu durumu görmezden geliyor ve bu durum böyle sürüp gidecek, maddeye iman etmek bu olsa gerek. 

Kapital sistem olabildiğince mutsuz ve aşksız bir tür yaratma arzusu içerisinde tam yol almış ilerliyor. Bizler yanan ateşe odun taşımakla meşgulken onun ne kadar büyüdüğünün farkında bile değiliz. Bir gün odun kalmayınca ateşe kendi ellerimizle kendimizi atacağımızdan habersiz!

Son söz: 

Ateş büyüdükçe gölge de büyür ve gölge düşen yerde yaşam yeşermez. 

Dr. Nurullah GÜNGÖR

KAYNAKÇA

1) Albert Caraco, Kaosun Kutsal Kitabı, Sel Yayıncılık, 2016, s. 62.

2) Erich Fromm, Sahip Olmak ya  da Olmak, Say Yayınları, 2015, s.71.

3) Caraco, age, s.51.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir