Koşulların Eşitliği

Hegel gençlik yıllarında şöyle demişti “Hayatı düşünmek, işte yapılması gereken bu” gerçekten de böyle yapmıştı. Bireyi, toplumu, kültürü ve medeniyeti etraflıca düşünmüştü.[1] O günlerden bu günlere Dünya çok değişti, ancak değişimin kendisi hep sabit kalmaya devam etti. Düşüncenin yöntemi değişti, ancak insanın fıtratı neredeyse hiç değişmedi. İstençler ve güdüler, egolar ve hırslar her dönem farklı bir kılığa bürünerek karşımıza çıktı. Koşulların eşitliği belli-belirsiz bir perspektiften tartışılmaya devam etti. Bu koşullara istinaden toplumsal yapı da birçok değişkeni içerisinde barındıran dinamik bir sürecin tezahürü olma yolunda sabit bir dirençle hareketini sürdürdü.

Tam bu noktada Tocqueville de “koşulların eşitliği”[2] kavramını ileri sürerken bu esnek ve çok boyutlu yapıyı derinlemesine analiz etmiş ve bu durumun bir istenç olma arzusundan ziyade bir gereklilik olduğu hükmüne varmıştır. Ancak kimine göre “koşulların eşitliğini” sağlamak ütopik bir arzudan öteye geçemeyen soyut bir kavramdır. Kimilerine göre ise, toplumların ehil ve liyakat sahibi odak noktaları ile çevrili olmasını sağlayacak olan temel prensiptir.

Bu durumdan hareketle, konunun diyalektik mantık çerçevesinde incelenmesinin salt gerçekliğe ulaştırmasa bile öz bir değerlendirme ortaya koyabileceği düşünülebilir. Nitekim Orwell’in eşitler ve daha eşitler vurgusunun post-modern cemiyetlerde konuşulacak konular listesinde her daim ön planda olması da konuyu incelemeye değer bir başka husus olarak karşımıza çıkartmaktadır.

İngilizler’in “the elephant in the room” deyiminde ifade ettikleri odadaki fil unsuru “koşulların eşitliği” kavramına tam anlamıyla karşılık gelen bir husustur. Aslında odada fil olduğunu herkesçe bilinir ancak görmezden gelinir. Çünkü statükonun ağır bastığı durumlarda yenilik bir intihardır. Eşitler içerisinde daha fazla eşitlik istenci, eşit koşullardan yararlanma imkanı olmayanların kendi özgür iradeleriyle diğerlerine sağlamış oldukları bir müsamahadır. Diğer bir deyişle, eşitlikten yoksun olmak bir seçim ve irade beyanıdır. Nitekim bu durum eşitlik temelinde paradoksal bir açılım ortaya koymaktadır.

“Koşulların eşitliği” bir toplumdaki bütün dinamik yapıları temsil eden salt mekanik bir unsurdur. Temel değerler argümanı üzerine oturmuş bu anlayış hakim kılındığında toplumsal huzur ve refahın denklem içerisinde sabit bir yapıyı temsil edebileceği değerlendirilir. Demokratik değerler istenci içerisinde de önemli bir yere sahip olan eşit koşullar modernitenin merkezinde yer almaktadır. Eşit koşullar, bireyleri devlet mekanizmasının önemli bir parçası haline getirdiği gibi, toplumun da çağdaş ve ilerici bir yapıyla resmedilmesini sağlayabilir. Bireyler, kamusal hizmetlerden hak ve ödev ilişkisine kadar her türlü alış-veriş sürecini eşit şartlar altında gerçekleştirdiği vakit demokrasi ile olan bağ güçlenir ve toplumsal saflar sıklaşır.

Öte yandan sistemin yumuşak karnını Lefort şöyle açıklar, “demokrasi başka bir şeyin üzerine değil de, kendisi üzerine, yani boşluk üzerine kurulmuş ilk rejimdir. Demokrasini aşırı derecedeki kırılganlığı da buradan kaynaklanır” tezini ileri sürülmektedir.”[3] Bu kırılganlığı bertaraf etmenin yegane unsuru da hiç şüphesiz koşulların eşit bir biçimde toplumun tabanına mutlak bir biçimde yayılması ile mümkün olabilecek bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim, kimilerince “Demokrasi=İyi yönetmenin” tanımı olarak değerlendirilmektedir.[4]

Toplumlardaki rol-görev dağılımının ehliyet ve liyakattan yoksun bir biçimde tabana  sunulması Antik Yunandan günümüze ciddi bir sınıfsal ayrıma yol açmıştır.

Aristotales de bu durumun farkına varmış ve rol-görev dağılımının önemini şöyle anlatmıştır.

“Bir geminin tayfaları ya da bir devletin insanları aynı durumdadır. Gemideki tayfa kürekçi, dümenci, gözcü gibi çeşitli görevlere sahiptir. Bu insanların her birinin bir konuda yetkinliği vardır, ancak bir de hepsinin ortak amacı vardır ki bu da yolculuğun düzgün bir şekilde yapabilmesidir. Sonuçta  tayfaların amacı da budur. Aynı şey insanlar için de geçerlidir. Her ne kadar birbirinden çok farklı olsalar da devletin amacı ortaya konan anayasanın devamını sağlamaktır.”[5]

Bu da ehliyet ve liyakat sahibi kimselerin evrensel ölçekte kabul gören iyi yönetim ilkelerini halka sunmaları ile ilgili gerçekleşebilecek bir durumdur. Russel’in da teşhis ettiği üzere kamu görevlileri ile halk arasında mesafe olmamalıdır, kamu görevlileri çevrelerinde olup bitene duyarlı olmalı ve kendilerini dar bir alana sıkıştırmamalıdır.[6] Topluma karşı duyarlı olmanın yolu toplum ile yakınlaşmaktan geçmektedir. Nitekim bir insan bir devlet görevine gelebilecek kapasitedeyse, istese de istemese de kendisi bu göreve getirilmelidir.[7]

Sözün özü, koşulların eşit olması ehliyet ve liyakat sahibi kimselerin iş başına gelmesine olanak tanırken, aynı zamanda toplum ve kamu görevlileri arasındaki mesafenin de daralması tetiklenmekte ve birey-devlet ilişkilerinde güçlü bir güven algısı oluşmasına olanak tanınmaktadır.

Dr. Nurullah GÜNGÖR

KAYNAKÇA

[1] Tülin BUMİN, Hegel, YKY Yayınları, 8. Baskı, 2020 s. 88.

[2] Paul RICEUR, Eleştiri ve İnanç, YKY Yayınları, çev. Mehmet Firat, 2006., s. 77.

[3] RICEUR, a.g.e, s. 144.

[4] RICEUR, a.g.e, s. 144.

[5] Aristoteles, Politika, Say Yayınları, çev. Furkan Akderin, 3. Baskın, 2017, s. 93.

[6] Bertrand Russel, Bgst Yayınları, Politik İdealler, çev. Taylan Doğan, Sezgin Gündoğan, 2015, s.49.

[7] Aristoteles, a.g.e, s. 77.

One thought on “Koşulların Eşitliği Üzerine Diyalektik Bir İnceleme”
  1. Hocam yine Hegel’den girip Aristo’dan çıkmışsınız. Bilgiyi bu denli harmanlamanıza hayranım. Sizin öğrenciniz olmak büyük bir şans. Teşekkürlerimle.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir