Businessman gesturing with hands
Businessman gesturing with hands during speech

Kamu yönetiminde parkinson hastalığı tabiri, istihdamın orantılı bir şekilde dağıtılmaması neticesinde ortaya çıkan yığılmaların genel adıdır. Bu hastalığın başlama şekli şudur, devlete ait olan boş bir arazinin güvenliği için bir bekçi atarsın, sonra o bekçinin maaşını ödeyecek bir mutemet, daha sonra o personeli denetleyecek bir şef, o şefi denetleyecek bir müdür, bu görevliler izine çıktığında onları yedekleyecek birer personel daha… Bu kısır döngü sonsuza kadar devam eder ve haliyle de sistemi kilitler. Maalesef ki hiçbir üretimin olmadığı, salt tüketimin baş gösterdiği durağan bir yapının inşa edilmesi kamu yönetiminin en genel sorunudur.

İdari teşkilatlar kurumsal bir hafızayı teşkil eder, burada çalışacak personel hem işin niteliğine uygun olmalı hem de temsil ettiği makamın gerekliliklerine haiz olmalıdır. İslam hukuku açısından da bu durum böyledir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:

“Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.”[1]

Ehline verilmeyen emanet İslâm dininin özüne aykırılık teşkil etmektedir. Özellikle bu ayeti kerimede liyakat ve adalet kavramının beraberce kullanılması icra makamına önemli sorumluluklar yüklemektedir. Dolayısıyla adaletin kamu yönetimi tarafını ilgilendiren “dağıtıcı adalet”in herkese eşit bir şeklide ulaşmasını sağlamak idari teşkilatın güçlenmesine olanak sağlayacaktır. Hepimizin bildiği üzere, güçlü kurumsal yapılar demokrasinin etkinliği ile doğrudan orantılıdır. Bu sebeple demokratik devlet düzeni içerisinde kamu yönetiminin nüfuzu yadsınamaz bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır.

İslâm kamu yönetiminin oluşmasında önemli katkıları olan Hz. Ömer halifeliği sürecinde kamu görevine atadığı memurlara hizmetleri süresince yapması gerekenleri bildirir birer talimatname verirmiş. Böylece memurların ne yapıp ne yapmaması gerekliliği noktasındaki sınırlılıkları belirlenirmiş. Daha sonra bu talimatname memurların atandığı yerde halka da okunurmuş.[2]

Hz. Ömer kamu yönetimini  domino taşı gibi görerek, teşkilatın herhangi bir yerinde yapılacak düzenlemenin zincirleme olarak ilgisiz görünen diğer bir çok alanı da doğrudan etkileyeceğini varsaymıştır. Bu sebeple personel istihdamı ve buna mukabil görev tanımları noktasında planlı bir çalışma yaparak siyaset üstü örneklikler gerçekleştirmiştir. Çünkü O devlet ve vatandaş arasındaki güveni kurumsal standartlar etrafında belirleneceğini çok iyi biliyordu. Nitekim şu an anlıyoruz ki, hukuk devletinde öngörülebilirlik ilkesinin aksaksız bir şekilde işlevini yürütebilmesi için yapılan bu uygulamalar bir zorunluluktur.

Bu ilke, Hz. Ali döneminde de gücünü artırarak devam ettirmiştir, Mısır’a vali tayin ettiği Malik bin el-Haris el-Eşter’e yazdığı emirnamede  şöyle demiştir,

“Nefsin hakkında, sana yakınlığı olanlar hakkında, tebaan arasında kendilerine meyil beslediğin hakkında, Allah’a ve Allah’ın kullarına karşı adaletten kat’iyyen ayrılma. Şayet böyle yapmazsan zulmetmiş olursun.  Hâlbuki Allah’ın kullarına zulmedenin, Allah’ın kulları adına davacısı Allah’tır.”[3]

Görülüyor ki erken İslâm devlet geleneğinde kamu yönetimi üzerine hassas tanımlamalar yapılmış, buna uygun argümanlar geliştirilmiştir. Daha sonraki süreçte hanedanlık kavramı ile bu tanımlamaların içinin boşaltıldığını ve güçlü kazanımların yavaş yavaş kaybedildiğini anlamamaktayız.

Buna mukabil, 18 yüzyıla kadar Avrupa’da da bürokrasi “hükümet dairelerindeki müdürlerin ve diğer iş görenlerin sahip olduğu etkileme erki”[4] olarak tanımlanmaktaydı. Nitekim o dönemde bürokrasi iktidarı etkileme gücü olarak algılanırdı.[5]

Ancak durum şu an çok farklıdır. Günümüz Avrupası kamu yönetiminde ciddi bir değişim ve dönüşüm geçirmiştir. Bu duruma gelmelerinde Max Weber’in etkisi oldukça büyüktür. O yönetimde, uzmanlık, sorumluluk, öngörülebilirlik anlayışını geliştirmiştir. Dolayısıyla liyakat temelli atamalar, kurumlar arası işbirliği ve hukuksal standartlar bu evrim sonucunda ortaya çıkan temel prensiplerdir.

Peki Avrupa’da bürokrasinin yerlerde süründüğü o dönemde Osmanlı devlet idaresi kamu yönetiminde nasıl bir yaklaşım sergiliyormuş. Bunu Avusturyalı elçi Buspecq’den okuyalım ve sözlerimize son verelim.

“Türkiye’de şahsi meziyet ve kabiliyetten başka hiçbir şeye kıymet verilmez, nesep ve irsiyet bir şey ifade etmez. Herkes liyakat, bilgi, ahlak ve seciyesine göre bir mevkiye tayin edilir. Ahlaksız, bilgisiz ve tembeller hiçbir zaman yüksek mevkilere çıkamazlar. Osmanlıların muvaffakiyeti ve bütün dünyaya hâkim bir ırk olmalarının hikmeti budur. Türklerin en büyük düşmanı iltimastır”[6]

Dr. Nurullah GÜNGÖR

nurullah@nurullahgungor.com.tr

KAYNAKÇA

[1] Nisa Suresi 58. ayet, Diyanet Meali.

[2] İbrahim Sarıçam, Hz. Ömer, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2015, s. 117.

[3] Abdulkerim Zeydan, İslam’da Ferd ve Devlet Münasebetleri, Kayıhan Yayınları, 2. Baskı, 1995, İstanbul, Eylül 1995, s. 18.

[4] Mehmet Akif Terzi, Türk Devlet Geleneğinde Bürokrasi, Bilge Kültür Sanat, İstanbul, 2015, s.18.

[5] Mehmet Akif Terzi, a.g.e., s.18.

[6] Ogier Chiselin De Buspecq, Türk Mektupları (çev. Hüseyin Cahit Yalçın,) İstanbul 1939 s. 55 (Aktaran Mehmet Akif Terzi, a.g.e., s. 152)

3 thoughts on “Kamu Yönetiminde Parkinson Hastalığı ve Liyakat”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir