
İslam’da Liyakat Anlayışı
Liyakat İslam kamu hukukunun öngördüğü çerçevede mutlak bir zorunluluktur. Nitekim yaşamın her alanında adalet mefhumunun koşulsuz şartsız uygulanması da İslam’da temel bir ibadettir. Bu durumdan hareketle, İslam’ın ilk yıllarından itibaren hakkaniyet her daim ön planda tutulmuş, toplumsal hayata karşı sade ve minimalist bir yönetim ve yönetici anlayışı hakim kılınmıştır. Bu türden bir yönetim anlayışı hem liyakati ön plana çıkartmış hem de toplumsal barışa istikrarlı bir biçimde katkı sağlamıştır. Ancak İslam dininin çatısı altında yönetimlerini sürdüren idareciler liyakat ilkesini uygulama noktasında türlü zorluklar ile de mücadele etmişlerdir. Kalıpsallaşmış Arap kabileciliği gibi önemli unsurlar bu zorlukların başında gelmiştir. En bariz örneği, halife seçimi gibi devletin tüm politika ve siyasetini belirleme yetkisine haiz önemli kişileri seçerken yaşanan kargaşada görülmüştür.
Öte yandan, liyakat ilkesinin İslam dini içerisinde kati bir gereklilik olduğu hususu Hz. Peygamber’in âmil atamalarından, Hz. Ebu Bekir’in yeniden alevlenebilecek bir kabile savaşının önüne geçmek için en zor zamanda hilafete geçmesinden, Hz. Ömer’in İslam adalet anlayışını toplumun her kesimine yaymasından ve atadığı kamu görevlilerini liyakat ilkesine göre seçmesinden, Hz. Osman’ın İslam toplumunda bir kaosun önüne geçmek için gerçekleştirdiği stratejilerden, Ebu Zerr’in Muaviye ile olan diyaloglarından, Hz. Ali’nin Müslümanlar arasında bir iç savaşı önlemek için yaptığı fedakârlıklardan ve inovatif yönetim düsturundan anlaşılabilmektedir.
Tüm bunlardan hareketle görebiliyoruz ki, İslam dini önemli bir değerler bütünüdür ve ibadet, davranış ile bütünleştiği takdirde nihai hedefine ulaşır. Bu sebeple adalet dairesi altında liyakatin tüm toplum kesimlerine eşit bir şekilde yayılması yöneticinin asli vazifesidir. İslam çatısı altında temsil edilen makamlar toplumun huzur ve refahının mutlak bir şekilde tesis edilmesi ile sorumludurlar. Bu makamlardan bir çıkar elde etmek, bulunduğu konumu kullanarak nepotizm yapmak, kendisini eşitler içinde daha eşit bir konuma getirmek İslam’ın özüne koşulsuz şartsız aykırı bir durumdur. Çünkü adam kayırmacılık ya da nepotizm olarak bilinen kavram, insanoğlunun düzenli bir yaşama geçip sistemler üretmeye başladığından itibaren süregelen ciddi bir problemdir. Bu husus toplumsal huzurun ve refahın bozulmasında en temel etken olarak görülürken çözümü noktasında ise gerekli gayret ve adımların etkin bir şekilde atılmadığı da muhakkaktır. Diğer yandan, liyakat ilkesinin çağımızda tam manasıyla karşılık bulamamasının yegâne nedeni, hak kavramının yeteri kadar içselleştirilememesi ve anlaşılamamasıdır. Bu kavram üzerine, antik dönemlerden günümüze kadar birçok yorum ve düşünce geliştirilmiş, fikirler öne sürülmüştür. Dolayısıyla söz konusu kavramın bu kadar gündeme gelmesinin biricik sebebi de toplumda var olan işleyişin bir düzen çerçevesinde ele alınması ihtiyacından doğmaktadır. Toplum, hak mefhumunun yeteri kadar iyi işlediğini algıladığında bir düzen, işlemediğini düşündüğünde de kaosa doğru bir yönelim gerçekleştirmektedir. Bu durum, insanın hayatta kalma güdüsü ile tetiklenen önemli bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumların huzur ve refah içerisinde yaşaması, dayanışmayı temel
bir gereklilik olarak kabul etmesi, nizamın bir refleks haline dönüşmesi, hak kavramının liyakat ilkesiyle etkin bir biçimde buluşmasıyla mümkündür.
Sonuç olarak liyakat, hak ve adalet mekanizmasının önemli bir parçası olmakla birlikte kişinin aday gösterildiği statü ile ilgili tüm şartları sağlaması ve eşit rekabet ortamı yaratılması sürecinin bütünüdür. Bu suretle nepotizmin tam karşısında yer almaktadır. İslam dini açısından da liyakatin gerçekleştirilmesi mutlak bir ibadettir. Çünkü Yüce Allah Kuran-ı Kerim’de bizlere şöyle buyurmaktadır. “İnsan ancak çabasının sonucunu elde eder” (Necm Suresi-39).
Makalenin tamamını okumak için tıklayınız.
Dr. Nurullah GÜNGÖR
nurullah@nurullahgungor.com.tr