İnsanın olduğu her yerde bir yönetim arzı söz konusudur. Yönetim; kimi zaman geleneklerin, kimi zaman da konjonktürün öngördüğü çerçevede birtakım düzenlemelerin esiri haline gelmektedir. Bu arz, talepleri karşılama noktasında pek çok defa yetersiz kalmakta ve kendisini geliştirebilmek için çağdaş bir anlayışı benimsemek zorundadır. Ancak teoride durum böyle olsa da, uygulamada sayısız denklem ile karşı karşıya kalınması mümkündür.
İdeal, mutlak, makul bir yönetim fikri her toplumun bilinçli ya da bilinçsiz arzuladığı bir süreçtir. Nitekim, insanların esenliği ile toplumun esenliği doğru orantılı olacağından yönetim kademesinde bulunan kişiler için de aynı istekler geçerli olacaktır. Birey odaklı hizmetin, toplumsal inşaanın merkezinde yer aldığını aydınlanma ile kabul eden batı uygarlığı, 20. yüzyılın başından itibaren güçlü bir uygulama metodolojisi geliştirmiştir.
Hak ve özgürlükleri teminat altına alan insan merkezli bir yönetim düsturu tabiatı gereği gelişime açıktır. Çağın gerekliliklerini genel bir kabul görüp bu doğrultuda çalışmalarını yürütür. Tüm bunları söylerken insan faktörünü de göz ardı etmemek gerekir. Sistemin iyi olması tek başına yeterli sonuçlar doğurmaz, o sistemin içini dolduracak, onu canlandıracak, hayata geçirecek, içerisinde yaşadığı toplumun ruhunu tanımlayabilecek liyakat sahibi kişilere ihtiyaç vardır. Pek tabiki insan yetiştirmek de öyle üç-beş günlük bir mesele değildir. Uzun yılların birikimi gereklidir. Bu tamamıyla bir genetik mirastır. Dolayısıyla sistem değişikliklerinin vuku bulması, toplumsal ihtiyaçlara cevap vermesi uzun yıllar almaktadır. Malumlarınız olduğu üzere, reform hareketleri Cumhuriyetin kuruluşundan yaklaşık on yıl sonra istenilen seviyeye ulaşabilmiştir. Ancak o günkü konjonktürel durum bu dönüşümü yabancı karşılamamıştır.
Yönetimin değişimi makbul, dönüşümü maktuldur. Bürokrasiler güçlü bir kurumsal hafızadır. Bir anda onları dönüştürmek yaşamın gerçekliği ile uyuşmamaktadır. Dönüşüm tırtılın kelebek olması kadar farklı bir süreçtir ve kurumsal hafızayı yok edebilir. Tıpkı kelebeğin tırtıla dair herhangi bir hatıra taşımaması gibi.
Bir yönetiminin ağır aksak işlemesi değişim konusunda ciddi bir talebin olduğunu ortaya koyar. Bu doğal bir süreçtir. Eğer yönetim orta hasarlıysa reformlar ile güçlendirilir, ağır hasarlıysa tamamen yenilenir ve bir dönüşüm gerçekleştirilir. Eğer varolan sistem üzerinde gerçekleştirilebilecek reformlar ile daha arzu edilebilen bir sisteme geçilecekse onun tercih edilmesi önemlidir. Eskiyi sil baştan yıkıp yeniyi yerine koymak özellikle 21. yüzyılın ilk çeyreğini yaşadığımız bu hız ve bilgi çağında hedeflenenin de ötesinde bir durumdur. Zorunluluk hasıl olmadıkça mutlak bir dönüşümden kaçınılması lüzumludur. Burada tüm sorumluluk toplumun çekirdeği entelijansiyaya düşmektedir. Velhasıl toplumun kaderi aydının kaderi ile bütünleşiktir.
17. yüzyıl başlarında Osmanlı Devlet-i Aliyye’sinde de ciddi bir dönüşüm yaşamıştır. Yönetim kademesi otoritesini kaybetmiş, güç “tagallub-i nisvan”a aktarılmıştır. Günümüz Türkçesi’yle söyleyecek olursak, Saray’ın haremi, devletin yönetim kademesinin en etkili birimi olmuştur. Bürokratik manada yaşanan bu dönüşüm ciddi bir çürümeye yol açmış, halk huzursuzlanmıştır. Galata Kadısı Mehmed Çelebi’nin durumu o dönemki süreci çok iyi anlatmaktadır. Çelebi çiftliğinde, onlarca hayvanı ve otuz kadar hizmetkarı ile birlikte şatafat içerisinde yaşamıştır. Halkın kadıdan rahatsızlığı gün yüzüne çıkmış ve homurdanmalar yüksek sesle duyulmuştur. Rahatsızlığın bir diğer hususu da Çelebi’nin babası Şeyhülislam Abdürahim’den kaynaklıdır. Halk Sultan İbrahim’in öldürülmesinden Abdürrahim’i sorumlu tutmuştur. s.5-10 (1) Adaletin sağlayıcısı, o dönemki yönetim yapısı içerisinde en etkin birimi olan Kadılık Makamı lüks ve şatafata boğulmuş, halkın dertlerinden bihaber olmuştur.
Ancak Kadı’ları bu duruma getiren süreci 16. yüzyıl Celali İsyanlarına bağlamak gerekir. Osmanlı’da tarımsal ilişkilerin ve vergi politikalarının değişmesi, yerel yönetimin merkezi otoriteyle olan diaolgunun zayıflaması, tarımdan elde edemeyen gelirler neticesinde hazinenin git gide boşalması, o esnada vuku bulan İran ve Avusturya harpleri, toplumsal yapıyı oluşturan grupların kendilerini otorite karşısında yeniden konumlandırması dönüşümü hızlandıran bir süreç olmuştur. Ancak ne yazık ki bu dönüşüm çıkar çevrelerinin arzularına yenik düşmüştür. Otorite hazineyi doldurmak için avarız vergileri tahsil etmeye başlamıştır. Halk bu duruma iyice öfkelenmiş ve merkezi bürokrasi peyder pey güç kaybetmeye başlamıştır. (2) s.60. Tagallub-i nisvan olarak (kadınların saltanatı) bahsettiğimiz süreçte, harem tamamıyla bürokratik süreçleri belirlemiş, kendilerine yakın olanları liyakat durumlarını göz önünde bulundurmadan önemli görevlere atamışlardır. Bu şekilde hiçbir devlet kültürü ve adabı almayan, herhangi bir niteliğe haiz olmayan kişiler Devlet-i Aliyye’de söz sahibi olmuşlardır.
Orduda da durum farksız değildi, Osmanlı ordusunda önemli bir yere sahip olan Yeniçerililer’de ekonomilerinin git gide zayıflamasından dolayı esnaf ve zanaatkarların işletmelerine kimi zaman tehditle, kimi zaman da zor kullanarak ortak olmuşlardır. Ancak yine de merkezi bürokrasiden maaşlarını almaya devam etmişlerdir. (3) s. 61. Devlet adaletini sağlayamadığı vakit bu gibi durumların olması pek tabiki kaçınılmazdır.Tüm bu durumlar yaşanırken halk giderek daha da yoksullaşmış, çareyi göç etmekte bulmuştur. Göç neticesinde topraklar ekilmemiş ve ciddi bir kıtlık baş göstermiştir.
Sözün özü yönetim bir domino taşı gibidir, taşlardan birisinin yanlış yerleştirilmesi tüm düzeneği bozabilir. Osmanlı bunun en bariz örneğidir.
Dr. Nurullah GÜNGÖR
nurullah@nurullahgungor.com.tr
KAYNAKÇA
(1) Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye, Osmanlı İmparatorlğu Üzerine Araştırmalar-II, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 8. Basım.
(2) Kemal H. Karpat, Osmanlı Moderneşmesi s.60.
(3) Kemal H. Karpat, Osmanlı Moderneşmesi s.61.